Kategoriler

14 Şubat 2016 Pazar

YAŞLANMAK GÜZELDİR




                                                                   ☆.•:*´`*:•.☆ 


Yaşlanmak mı, yaş almak mı? 
İhtiyarlık ise bambaşka… 

Her yıl, bir beden daha büyüyor ruhumuz...
 Bir çizgi daha ekleniyor biz görmesek ya da görmeyi istemesek de yüzümüze… 
Her yıl; 
‘Aman da ne güzel, bir yaş daha aldım en sağlıklısından… Bu sene de yırttım, seneye Allah Kerim…’ diyerek kutluyoruz ömrümüze eklenen yeni günü.

Doğal olarak değişiyoruz, ‘gençlik’ dediğimiz devreye veda ediyoruz galip veya mağlup olarak yıllara… 
Ama bu galibiyet ya da mağlubiyet fiziksel görüntümüzden ziyade, bedenen ve ruh sağlığımız ile maneviyatımıza verdiğimiz değer manasında ifade buluyor. Yani ha iki çizgi fazla, ha üç çizgi az fark etmez lakin hayat tecrübesiyle biriktirdiklerimiz pek kıymetli ‘insan’lığımız adına?!






Yaşlılık, ne sıkılası ne utanılası ne gocunulası ne üzülesi ne acınılası ne de dışlanası bir durumdur. 
Tüm bunları hissetmemizi sağlayan şey, kendi benliğimizle alakalı değildir ki zaten... 
Bize şu aşağıdaki cümleleri söyleyen bilir (!) kişilerdir, hissiyatımız sanıp düşünmeden kabul ettiklerimizin sebebi;

***
Her daim genç kalmak zorundasın. 
Gençlik, güzelliktir önemli olan. 
Yaşlanmak bir çeşit hastalıktır ve tedavi edilmesi gerekir. 
Yaşlanman, ölümün kıyısına varman ve orda şuursuzca ‘yok olmayı’ beklemen demektir. 
Senin hiçbir değerin yok, genç insanların yanında yerin yok. 
Genç kalmak olmalıdır tek amacın bu hayatta. 
O yüzden ömür boyu ‘genç’ kalmanı sağlayacak, senin için (!) özene bezene hazırladığımız kremleri, teknolojileri satın alıp kullan! Sen onları kullan, biz de seni! Böylece geçinip gidelim… 
Ama yok, abuk sabuk fikirlere kapılıp dersen ki; 
‘Yaş almak güzeldir, değerlidir, kıymetlidir. 
Yaşımı, yaşamışlığımın veya yaşayamadıklarımın oluşturduğu hayat çizgilerimi, kırışan buruşan yerlerimi, beyazlarımı, derinliğimi, ağrılarımı, ait olduğum bedeni ve ona ait ruhumu, yaşamımı ve ölümümü, varlığımı ve yokluğumu kabulleniyor ve seviyorum…’ 
O zaman, sen tüm bu saçmalıkları sevmeye devam et. Bizim sayemizde -sonsuz gençlik döngüsü- içinde yaşayan diri (!) insanlar arasında işin olamaz.
O halde biz de seni dışlıyoruz...
Şimdi git kendini soyutla gençlikten seni tiksinç, buruşuk, bir ayağı çukurda bunak seni!..” 
***

Pekii… Kim bunlar? 

Daimi gençliğin (?!) formülünü bulmak için yırtınan ve ‘modern tıp’ adı altındaki ticari kaygılı çılgın bir endüstri yaratan, 
Kendilerine inandırdıkları insanlar üzerinden hep daha fazlasını kazanıp sadece kendi keselerini doldurma derdinde olan, 
'Yaşlılığa savaş açmış gönüllü neferler’… !!! 

Yakında ölüme de çare olacak iksirler, kremler, haplar bulabilecekleri ümidiyle, azimle çalışmaya (!) devam ediyorlar. Hizmette sınır yok! 
Hepsi ve daha fazlası bizler için… 
Yaşlı, çirkin, gereksiz, ensesinde ölümün soluğuyla dolaşan değersiz bedenler olmamamız için!!! 

Pekii… Kimler daha daha onlar?

Çılgın, modern dünyanın gençlik ve güzellikleriyle değer görüp her daim öyle kalabileceğini sanan genç (!) beyinler! 
Güzel, sağlıklı, ince, aynı torna makinesinden çıkmış görüntüsü veren her yaştan, bir örnek ‘genç’ insanlar! Aynı genç yüzler, aynı dinç bedenler!!!

Pekii… Kim bu amaca hizmet eden diğerleri?

Modern, hızlı, hareketli, renkli, alengirli, kutsanmış bir dünyanın tüketim çılgını müritleri! 
O dünya ki; ‘genç’ insanlara gepegenç janjanlı ürünler sunan ve o ‘genç ve sağlıklı’ (!) beyinler üzerinden, aslında tamamen değersiz olan bir kağıt parçasının peşinde koşup ruhunun değil bankadaki kasasının dolmasına uğraşanlar!
Ne de olsa onlar asla ve kat-a ölmeyecek, daima genç kalacaklar ölümsüz birer beden olarak?! 
Bu yüzden o kağıtlara da bu sürede ihtiyaçları olacak tabii! Deste yapmak için epeyce bir lazım… 

Hayatın farkına ve tadına varabilmek, tecrübeyi bilgiyle harmanlayıp henüz görmemiş ve bilmemişlere bildirmek, hürmet ve saygı görmek, yaşam ve ölümün harmanlandığı engin bir ruha sahip olabilmek için; ‘yaş almak’ lazımdır. 
Yaş almak, yaş’lanmak güzeldir, özeldir. 

Hayat geçiyor ve gidiyor gözümüzün önünde… 
O geçip giderken, biz nasıl olur da aynı (!) kalabiliriz? Aynı netlikte görebiliyor muyuz hayatı? 
Hayır ama olsun varsın, biz de gözlük takarız… 
Aynı ayarda duymuyoruz belki hayatın sesini. 
Olsun varsın, biz de kulaklık takarız… 
Aynı enerjide yaşayamıyor olabiliriz hayatın içinde. Olsun varsın, biz de enerjimizi sevgi’den, saygı’dan, şefkat’ten, hürmet’ten alırız… 
Selamlanırız her daim kucak dolusu gülücüklerle… Elimizi öpen, sırtımızı sıvazlayan, dizimize yaslanıp pür dikkat dinleyen, bir bardak sıcak çay veren, hal hatır soran avuç dolusu sözcüklerle dolar taşar hücrelerimiz. 
Böylece yenileniriz… 
Yine, yeni, yeniden yaş almak için sabırsızlanırız…

“Yaşlılık, hayatın bütünlüğünün kavrandığı bir duraktır…” demiş Erik Erikson. 
Ne güzel demiş değil mi?
‘Durak’ deyip, duraklamamak lazım ama… 
Hayat durmuyor ki biz duralım?! 
Hangi yaş’ın yaşlısı isek, onun elverdiğince heye-canlı kalmalıyız. 
Geçtiğimiz yolların nice olduğunu anlatmalıyız ‘can kulaklı’ dinleyenlere… 
Toplumun, topluluğun içinde olmalıyız. 
‘Dışlanma’ gafletine ‘içlenme’meliyiz. 
Tüm bilgeliğimizle, tüm benliğimizle gereken cevabı vermeliyiz sinmek, küsmek, kabuğuna çekilmek yerine… 

Yaşlılık; ölüm mahkûmu bir suçlu gibi, çıkarcı zihniyetler tarafından idam edilmenin beklendiği bir süreç değildir. 
Yaşlılık, bir ‘suç’ değildir ki?!... 
İstediğiniz kadar direnin, istediğiniz ilacı, kremi, teknolojiyi kullanın; yaş’lanacaksınız! 
Sadece bunları yaptığınızda, ‘değil-miş’ gibi görünebilirsiniz, lakin sonuç değişmez. 
Sonuçta yaşlanacak ve o zamana dek olmadıysa da öleceksiniz bir gün! 
Yaşlandınız diye değil tabii, zamanı geldiği için?! Çünkü ölüm ‘genç’ ya da ‘yaşlı’ değildir. 
Çünkü ölümün yaşı yoktur. 

Ne kadar sert geliyor göze, kulağa değil mi? 
Hâlbuki çok basit ve kabullenilmesi gereken bir olgu bu… 
(Ben ‘basit’ mi dedimdi?... Snıf snıf… Yusuf yusuf…) 

Buna göre yapmamız gereken; ölümün varlığını kabullenmek ve kalan hayatımızı daha kaliteli ve anlamlı hale getirmeye çalışmak olsa gerek. 
Zor evet ama en azından deneyebiliriz…

Ve istersek ya-pa-bi-li-riz… 

Ölünce bedenimiz bir çeşit inzivaya çekiliyor ve yeniden doğaya karışıyor bir şekilde?! 
Ve belki ruhumuz da yeni hayatına uğurlanıyor?!... Belki… 
Çok derin, çok ince düşünmemek lazım bazen de… Koyuvermek lazım, boş vermek lazım ara sıra… 
Olan olur, ölen ölür, yeni doğan’a yer açılır dünyada birkaç metre kare daha?!… 

Giden gitmiştir ve asla, kat-a geri dönmeyecektir. 
Bir Son'a mı yoksa bir Başlangıç'a mı gitmiştir? 
İşte bu cevabı bilemeyeceğiz ve hiçbir zaman da öğrenemeyeceğiz. 
O yüzden de korkarız yaşlanmaktan. 
Tabii...
Çünkü ölümle bağdaştırırız o’nu illaki, ‘genç genç’ de ölünür oysaki… 
O zamana dek sağ çıkmışsak hayattan, "ölümlü" olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiriz o vakit aniden… 
Ve yine korkarız yaşlı halimizden, hiç gereği yokken?...

Demek ki ne yapmayacağız;
Yaşlılık ve ölüm kelimelerini aynı cümlede kullanmayacağız?!

Demek ki ne yapmayacağız;
Bize ne yapıp neyi yapamayacağımızı söyleyenlere kulak asmayacağız?!

Demek ki ne yapmayacağız;
Şu özünde kısacık hayatın tadını çıkarıp, kazık çakmaya çalışmayacağız?!

Demek ki ne yapmayacağız;
Nietzsche’nin dediğine kulak verip kendimize; ‘Kaderini sev. Kaderini sev ki; o senin hayatındır…’ diyeceğiz ve bunu kulak ardı etmeyeceğiz?!

Demek ki ne yapmayacağız;
Bu hayatımızın hikâyesini yazıp, kıvırıp çöpe atmayacağız?! 

Demek ki ne yapmayacağız;
Birer ‘ölümlü’ olduğumuzun farkında olacağız ama diğer yandan hayatın farkına varmayı da ihmal etmeyecek ve ertelemeyeceğiz?!

Demek ki ne yapmayacağız;
Bugün tapınılası hale gelen gençliğe – güzelliğe (!) prim vermeyeceğiz. Sadece tadını çıkarmaktan vazgeçmeyeceğiz?!

Demek ki ne yapmayacağız;
Biriktirdiklerimizi yeni nesle aktarmaktan yorulmayacağız… Ki, onlar da kendilerinden sonrakilere anlatabilsinler gerçek hayatı?!

Yani velhasıl, yaş almaktan korkmayacağız!







Küçükken hatırlıyorum da; ninemizin dedemizin dizinin dibinde oynardık ve onların masallarıyla rüyalara dalardık... 
Ben, kardeşlerim, arkadaşlarım hepimiz birbirimize onların hikâyelerini satardık yağlı ballı.
Ağzımız açık dinlerdik anlattıklarını.
Taklitlerini yapardık yüzlerine karşı şirin jest ve mimiklerle… 
Ellerinden tutardık karşıdan karşıya ağır ağır geçerken ama acele ederdik çekiştirip daha hızlı yürüsünler diye… 
Gece çıkarıp baş uçlarına koydukları takma dişlerini aşırırdık ayna karşısında komiklikler yapmak için…
Pazardan dönüşlerini dört gözle beklerdik, ellerinden filelerini alıp eve kadar taşımak için. Çünkü illaki bizim için alınmış bir portakal, bir muz, bir çikolata olurdu o filelerden birinde…
Hasta oldukları zaman bile, bedenlerinin kalmayan haline tatlı ruh hallerini katıp, eşsiz, içten ve bilge bir gülümsemeyle bizimle oyun oynamaya can atarlardı. Dedemizin sırtına binerdik ‘deh’ diyerek hoplayı – zıplayı; ninemizin saçlarını tarardık ‘evcilik’ diyerek güle oynaya… 

‘Genç’ olduk bi’gün… 
Asi çağlarımızdı... 
Takmadık, dinlemedik, estik, gürledik.

“Sen yaşlısın, anlamazsın ya…” dedik.
İyi halt ettik!.. 
Bir şey rica ettiler, istediler; “Yapamam - edemem şimdi ya…” dedik. 
İyi halt ettik!.. 
Müziğin sesini kısmamızı istediler; “Of ya… Sen müzikten ne anlarsın” dedik. 
İyi halt ettik!.. 
Kılığımıza, davranışlarımıza karıştılar; “Çok demodesin ya… Sen ne anlarsın?” dedik. 
İyi halt ettik!...

Ergen saçmalıklarını bitirdik, daha büyüyüp de ‘kendimize gelince’;
 “Biz ne halt ettik?” dedik!.. 
“Meğer ne kadar değerli, önemli, her dem geçerli bilgiler vermişler bize de esas biz anlamamışız?!” dedik iş işten geçtikten, yaş baş’tan gittikten sonra!!!

O yüzden biliyoruz da söylüyoruz yaşlı ve yüce insanların değerini… 
Ancak daha önemlisi bunun geç olmadan farkına varmak tabii ki. Tabii… Tabii…

Daha ‘genç’ olanlar, daha ‘yaşlı’ olanlar ile bir arada, beraberce var olmalılar. 
Biri, diğerinin tecrübelerinden ve bilgilerinden; öte yandan diğeri de öbürünün enerjisinden güç alacak ve tek yürek olarak büyüyecekler hataya değil hayata doğru… 
Sımsıkı tuttukları elleriyle kuvvet bulacaklar birbirlerinden, hayata maruz kaldıklarında… 
Hayata rağmen hayatta kalacaklar ve birlikte sonsuz olacaklar, ölümsüzleşecekler!
Sevecek, sevilecekler...

Çünkü; biri diğerinin önceki ve sonraki yaş’ı!.. 
Çünkü; biri diğerinin anlamı! 
Çünkü; biri diğerinin tamamı, tamamlayıcısı! 
Çünkü; genç yaşlı herkes, birbirinin diğer yanı!

Şimdiki nesilde de nine ve dedeleriyle bir arada yaşayabilen şanslı çocuklar da var neyse ki.
Biz onlarla büyüdük ve şimdi yavaştan onların yaşına erişmeye çabalıyoruz. 
Yaş alıyoruz her adımda. Ve bir gün ihtiyarlayacağız…

‘İhtiyarlık’ ise bambaşka… 
Ne mutlu nice yaş’lar alıp sağlıkla ve huzurla ihtiyarlayabilene… 
Yaşlılık güzeldir. Yaş almak güzeldir. 
İhtiyarlık ise elden ayaktan, gözden sözden düşmeden 
yaşanabilirse değme keyfine… 

Ne diyor şarkıda ‘yaşlı bilge’;
“Ben genç olmanın ne demek olduğunu biliyorum ama sen yaşlı olmak nedir bilmiyorsun?!” 
Sözün özü iki gözüm; 
Bilenler bilmeyenlere anlatsın! 

Sevdiklerimizle, sevenlerimizle birlikte nice güzel ve değerli yıllara ulaşabilmemiz ve tüm benliğimizle kabulümüz olan yaşımızın tadına varabilmemizdir dileğim.

Yaşamla ölüm arasında uçurum yok, bir bütünlük var. İkisi beraber varlar. 
Bir gün, biri diğerine kavuşacak. Kavuşma gününe dek, farkında olmalıyız bu hayatımız gibi ‘kavuşacağımız hayat’ın da… 

Yaşlanmak, yeni ve sonsuz bir hayata başlamaktır…
Velhasıl, yaşlanmak güzeldir… 

Bunları nerden mi çıkarıyorum?
E, anacım ben de yaş alıyorum herkes gibi habire, her geçen gün ve her saniye.

Sağlıkla yaş aldığın, güzel yaşayıp güzel öldüğün bir hayata sahip olabilmen ve uzun bir ömür geçirebilmen dileğiyle...

İklim'in Dora'n








"İnsan ölümsüzdür. Sadece diğer varlıklar arasında yorulmaz bir sese sahip olduğu için değil; aynı zamanda bir ruhu olduğu için, 'şefkate, fedakârlığa ve tahammüle muktedir' bir ruhu olduğu için bu böyledir.”

Faulkner


***

"Yaşınız sizi aşktan korumaz. Ama aşk bir dereceye kadar yaşlılıktan korur."

Jean Moreau







7 Şubat 2016 Pazar

SEVGİLİ'NİN GÜNÜ MÜ OLURMUŞ? ツ




Başlığa takılma cancağızım... Olur mu, olur! Olmayaydı da, her gün güllük gülistanlık kalaydı iyiydi amma ve lakin olmuş işte... 
Madem var;
'Sevgililer Günü  / “Saint Valentine’s Day” (Aziz Valentine Günü) ne ola ki acep?' dersen diye, minnak bir açıklama yaparak başlamak isterim yazıma şekerim;

III. yüzyıl Roma imparatoru II. Claudius, yazık yavrum, orduda savaşacak asker bulamıyormuş. Çünkü erkekler, sevdikleri kadınları ve ailelerini bırakmak istemiyorlarmış doğal olarak. (Hey gidinin!) 
Böylelikle, nişan ve evlilikler yasaklanmış.
Roma’da da Valentine adındaki bir papaz ise, imparatorun yasağına rağmen gizlice sevenleri evlendiriyormuş, Allah razı olsun ki
İmparator bunu öğrendiğinde;
“Sen kimsin ki, bana karşı geliyorsun deyyus?!” deyip, Aziz Valentine’i ölümle cezalandırmış. O, bi’ 14 Şubat günü kara toprağa giderken, ardından ona inanan, güvenen ve sevenleri bu günü;  “Sevgililer Günü” olarak kutlanmaya başlamış. Adamceğiz ölmüş gitmiş, yas tutacaklarına kutlamışlar işte, yapacak bi’şey yok

Bir de; kökeni ne olursa olsun bu günü ‘Hıristiyan / Müslüman’ işi diye sınıflandırmamak, din / iman ile ilişkilendirmemek lazım. Bunlara da takılma anacım. Çünkü sonuçta, sadece ve sadece “sevgi” ile ilgili bu 14 Şubat. Nokta.

Lakin diğer 364’ün ne günahı var? Onlar da ‘gün’… Onlar da ‘özel’… Onlar da ‘insana dair’… Onlar da Allah’ın ‘her gün’ü…
Yani, sevgimizi kısacık bir tek güne mi sığdıralım, adı var / meşhur diye?
 Niçin ‘diğerleri’ muamelesi görüyor güzelim 364’ler?
Sevgi, tek günlük müdür?
Niçin, o gün haricinde sevdiceğimizi hatırlamayalım ki?
 İllaki para verip hediye mi almamız gerekiyor ‘gün, bugündür’ deyip?

Tamam eyvallah, küsler barışabilir bahane ile; görüşmeyenler görüşebilir; konuşmayanlar konuşabilir;  vs…
Ama şekerim; 364’de sevgili’nin içindeki ‘sevgi’yi göremeyen körgöz’leri, körkalp’leri ne yapacağız?..
Sen 364 gün odun gibi davran sevdiceğine (ki; bu erkek de olabilir, kadın da), sonra ‘o gün’ gelsin, göstermelik bir hediye ile kutla beraberce?!
Çılgınca reklamlar, promosyonlar, kampanyalar yapılsın da; sen de git hipnotize olmuş gibi aynı çılgınlıkla alışverişe çık?! Harca, harca, harca… Delice harca. Kendi ihtiyacın olanı değil, kapitalizmin ihtiyacını karşıla!

 Yahut tam tersi, her Allah’ın günü muhallebi kıvamında dolan sevdiceğinin etrafında, o gün geldiğinde çok ‘özel’miş gibi kutla beraberce?!  
“Hayatım, bizim her günümüz sevgi, aşk dolu… Ne gerek vardı şimdi böyle şeylere” diyerek gül, güldür sevdiceğini?! Olacak şey mi?

Hani bazı insan kendinin doktoru, terapisti, sırdaşı, şifacısı olabilir de; bazısı ise bunların uzmanı kişilere danışmadan kendine gelemez ya? Hah, onun gibi işte, bu güne ihtiyacı olan zat-ı muhteremler de bulunabilir tabii.  Belki sevgisini göstermek için o muhteşem sürprizli, sihirli ve son derece etkili (!) ‘özel’ güne ihtiyaç duyanlar vardır, olabilir?!

Örneğin,
364’de bir tane aşk / sevgi sözcüğü sarf etmemiş;
Yemeğini yiyip, teşekkür etmeden bi’ an evvel bilgisayar oyununa, dizisine, kanepesine dönmüş;
Sahilde, parkta, kaldırımda el ele yürümenin zevkini hiç tatmamış ve tattırmamış;
Ömrü hayatında sevdiceğini kucaklamanın sıcaklığını, ona hiç sarılmadığı için hissetmemiş ve hissettirmemiş;  
Romantizm’i sadece filmlerde görüp, aslında gerçek hayatın içinde var olması gerektiğini bir türlü anlayamamış; 
Sevgi’nin sadece bir kadın adı olduğunu düşünüp, manasını ve özünü kavrayamamış;
Kendine çeki düzen vermeyip, bakımsızlığını hayatın stresine yüklemiş;
Maddiyat eksikliğini, seratonin eksikliği sebebi saymış olanlar vardır belki…
Ya da
364 gün kiraydı, işti, güçtü, çocuktu, torundu, patrondu, aldıydı veremediydi, gittiydi gelemediydi diyerek bir ton hayat mücadelesi içinde boğulan ve o ‘tek’ günde gülümseyerek sevginin dibine vurmak ve duygularını da ona göre yaşamak isteyenler olabilir?!
Olamaz mı?

Ancak, bu gün kutlanacaksa layıkıyla kutlanmalı derim. Yani içinde sevgi olan, aşk olan, romantizm olan, saygı olan, birleşilen, kavuşulan, kaynaşılan, anlaşılan bir gün olacaksa; neden olmasın?
Çiftler barışacaksa, ayrılanlar kavuşacaksa neden olmasın?
Evlilikler kurtulacaksa, kadınlar ve erkekler beraberce gülümseyecekse, neden olmasın? Değil mi ya?

“Hep Batı özentisi bunlar!” di mi?.. Yav he he… 
Özenti olsa ne olur? Ne güzel sevgi içerikli bir şeye özenilmiş, uygulanıyor. Ne var bunda? Neye, kime özenilecekti ya? İyiye, güzele, sevgiye, saygıya, renkliye, neşeliye, yeniliklere, geçmişin emeğine, geleceğin hayallerine özenilecek tabii ki! 
Ne olacağıdı ya? Özenmek, her zaman olumsuzluk içermez ki? Kadınları da, erkekleri de bir heyecan sarıyor ne güzel… Hazırlıklar yapılıyor, insanlar kaynaşıyor ve belki bahane ile tanışıyor falan… Ne var yani?!

Bu şahane gün, genellikle kadınları sevindiriyor yahut üzüyor. Yurdumun batısından doğusuna her bölgede, her ilde, her köyde, her evde tanınıyor ‘Sevgililer Günü’… Bazısında kutlanıyor, bazısında unutuluyor, bazısında önemseniyor, bazısında ise adı anılmıyor ama illaki biliniyor… Kimi hediye, kimi ‘ne diye?’ şeklinde can veriyor güne… Biri sevdiceğine kavuşuyor, diğeri ‘bu ne kafası?’ halinde yaşıyor… 
Velhasıl illaki biliniyor.

Biliniyor da… Bilinmesi yetiyor mu? Veya bilinse ne olur, bilinmese ne olur mu? Kutlamalı mı yoksa sarımsaklayıp da saklamalı mı? 
Benim cevabım; “Çok da fifi!”
Önemsemiyorum ve fakat önemsenmesine de karışmıyorum. Bana ne! Kutlayan kutlasın…



 Ben uzun zamandır bu tür‘özel’ günleri önemsemiyorum çünkü...
 Bana her gün özel anacım. Çocukluğumdan şu ana dek, her günü çok özel ve güzel yaşadım şükürler olsun ki. Acısı ve tatlısı ile, az’ı ve çoğu ile… Anlamlısı anlamsızı, kaygılısı kaygısızı, sevgilisi saygılısı ve sevgisizi saygısızı ile…
Her türlü güzeldi benim için her Allah’ın günü. Hepsi beni ‘ben’ yaptı çünkü…
Anamı, babamı, kardeşimi, eşimi, dostumu, kankamı, arkadaşımı, komşumu, bakkalımı, sevgilimi, kocamı, hocamı, her gün sevdim ya da sevmedim…
 Özel bir gün beklemedim sevdiceklerime hediyeler almak için…
 Özel bir güne ihtiyacım olmadı kucak dolusu sarılmak için…
‘Seni çok seviyorum’ demek için yılın bir gününü beklemedim hiç…
Bu yüzden önemsemiyorum ‘özel’ günleri. Bana her gün özel şekerim. Bana her gün bayram…
 Bana her gün hoş geliyor. Bazen eli boş geliyor ama ben yine de ‘merhaba’ diyorum gülümseyerek. Bazen canımı acıttığı oluyor, kalbimi kırdığı oluyor, beynimi yedirtiyor bazen de… 
‘Ölümcül’ acılara gark oluyorum bazen. Ve fakat yine de her yeni güne şükrediyorum. Çünkü hepsi çok ‘özel’...
 Çünkü rahatça nefes alıp uyandığımız her sabah, çalışıp çabaladığımız her öğlen, çayımızı kahvemizi yudumladığımız her akşam, başımızı rahat bir vicdanla yastığa koyabildiğimiz her gece ‘özel’dir.



Eğer bu günü kutlayanlardan isen, güle oynaya kutla…
 Kırgınlıkların, dargınlıkların varsa unut. Barış, kavuş. Din ile alakalandıranları takma. ‘Ne gerek var gavur icadı adetlere?’ diyenlere kulak asma. Pahalı hediyeler almak için bütçeni sarsma…
‘Adettendir’ diyerek gül ile kutlayamıyorsan da kasma; ‘sevgi’ni verip, kocaman bir ‘gülücük’ ile kutla!




Zaten sevgi'nin, sevgili'nin günü mü olurmuş, her günü kutla iyisi mi?!. 

Veya Napolililerin dediği gibi; “Koy’ver gitsin’ be ya…










Popüler Yayınlar

Bendeniz

Fotoğrafım
Yazıyorum, paylaşıyorum... Hayatın sevmek ve inanmak olduğunu düşünüyorum... Az ve öz dostum ile kitaplarım olduğu sürece benden mutlusu yok... Dünyalıyım... İçi-dışı bir, özü-sözü bir olmak, istediğim...

Hürriyet Spoa

Bumerang - Yazarkafe
Bumerang - Yazarkafe

Hürriyet