İlahi bir aşk var mı? Aşk, ilahi mi? Mecazi mi yaşanmalı? Sonsuz mu peki?
Sonu varsa, başından belli mi? Aşk’ın adı ne? Kaç yaşında?
Peşinde mi koşmalı, yoksa tam ortasında mı durmalıyım?
Önce kaybedip, sonra tekrar mı bulmalıyım?
Aramalı mıyım, gelmesini mi beklemeliyim? ‘Şu aşk’, ‘Bu aşk’ diye ayırmalı mı; Yoksa bir ad'a, sıfata ihtiyacı yoktur diyerek kayırmalı mıyım?
Aşk’ın dünyasında mı yaşamalıyım? Yoksa onu mu kendi dünyama almalıyım? Aşksız bir ömür geçer mi? Geçerse, beyhude mi geçer?
Her şey zamanında güzel… Bu cümleyi kullandığıma göre sanırım yaşlanıyorum! Benim âşık olma zamanım gelmedi mi, ölmek zamanım gelmeden önce?!...
Onunla beraber akmak istiyorum hayata.
Veyahut hayat benimle beraber aksın, aşkın tam ortasına!
Kalıcı mıdır aşk, gidici mi? Geçerken mi uğrar, özellikle mi gelir?
Gelip de terk ederse, çok mu üzülür insan?
Hazır bulmuşken, hatta kendimi bulmuşken, kaybeder miyim yeniden?
Yeni bir ben olmuşken eskisini hükümsüz kılıp, yeni bir bedene girmiş ruh gibi; Yoksa can mı çekişirim ki canım çıkıyormuş gibi!?
Kendimi bulmuşken, tekrar kaybetmesem bari. Zaten yalnızlık çekiyorum! Kendimle konuşabilirim hiç olmazsa. Kendimle baş başa?!
Bana yarenlik eder, yaralarımı sarar kendim!…
Ya onu da kaybedersem, halim nice olur deyin korkuyorum?!
Yalnız olmaktan değil, yalnız kalmaktan korkuyorum… Yalnızlık zor zanaat!..
Bin bilmem kaç kişiden, dokuz yüz bilmem kaçı yalnız yaşıyormuş insanların, istatistiklere göre şu fani dünyada… Rakamlar ürkütücü… Gerçi sayıyla ölçülecek bir şey değil bu. Bir his sadece. Yani içinde hissettiğin, içinde yaşattığın ve yaşadığın bir şey. Dışarı çıkıp, caddedeki insan seline karıştığımda da yalnız hissediyorum bazen. Yalnızlığı inkâr belki de kalabalıklar… İyi ki kendim var…
Ha… Kendim de yetmiyor bazen bana… Bir boşluk; bir yere, birine ait olmama hissi… Sahipsizlik de diyebiliriz! Aşk olsaydı cebimde, biraz atıştırırdım da canlanırdım hiç olmazsa… Düşmezdi kan şekerim yalnız yalnız… Ya bir gün, çağırdığımda gelmezse aşk? İşte bundan bahsediyorum. Yalnızım evet, yalnız olmak bu… Ama seslendiğimde ‘geliyorum’ demezse de yalnız kalırsam diye korkuyorum. Ve fakat varlığı da zor! Sorumluluk istiyor, sabır istiyor, özen istiyor, katlanmak istiyor… Oysa benim kimseye katlanasım yok… Fakat muhtacım da aynı zamanda… Ben benle ne yapacağım? Bu saçma sapan iki ara bir dere durumunu nasıl aşacağım? İç sesimi nasıl susturacağım? Beni ancak ben durdurabilirim yine… Kendime mukayyet olmalı, iliklerime kadar aşkla dolmalıyım…
Yok… Aşksız olmaz… Her yerde, her şeyde aşk!
Bir ses, bir nefes, içine gireceğim ya da içime girecek bir beden arıyorum ara sıra… O da tatmin etmiyor bazı zaman… Boyun eğmem, özgürlüğüme düşkünüm ama yalnızlığın pek de emniyetli olmayan bir özgürlük anlayışı var! Anlaşamıyoruz böyle olunca tabii… Güvende hissetmek için birlikte ve beraber olmak mı, emniyette hissetmediğin halde kendine güvenmek mi?
Güven mi emniyetsiz, özgürlük mü güvensiz? Ya da yalnız mı bu beden ebediyen ve sebepsiz? Bir kafesin içinde hapsolmuş ruh, o ruhta köle bir beden, bedene hükmeden bir nefs… Yoksa ruh mu köledir bedene hep dendiği gibi? Herkesin ve her şeyin bir ruhu var...
Bakmak lazım… Bakıp görmek lazım… Görüp almak lazım…
Alıp anlamak lazım… Anlayıp benimsemek lazım… Benimseyip uygulamak lazım… Uygulayıp oldu mu deyin bakmak lazım ve yeniden görmek lazım!
Olmuşsa ne ala… Olmamışsa, haydi sil baştan! Bir bilsem cevapları, ah bir bilsem…
Ruhum, bir makine gibi çalışan ve akla hayale sığmayacak güzellikte işler başaran bedenime uyum sağlayıp insan oluyor. İnsan görünümüne bürünmüş ruhum Tanrı’ya ait. (Allah'da diyebilirsin, Yüce Varlık'da :)
Ve ben de onun bir parçasıyım. Öyleyse ben de Tanrı’yım… Evet, evet… Tanrı benim içimde, benliğimde, ruhumda, bedenimde! Tanrı’nın varlığının ispatıyım!
Sen de Tanrı’sın! Şu heybetiyle yıllardır bahçemde yıkılmadan duran çınar ağacı da Tanrı!.. Koloni halinde sıra sıra yürüyüp ekmek kırıntısı taşıyan karınca da Tanrı!.. Her gün bıkmadan usanmadan bana gülümseyen, sonra da:
‘İyi akşamlar. Umarım bu günün güzel geçmiştir. Sana bir parça mutluluk daha verebilmek ve yaşadığını hissettirebilmek için yarın yine doğacağım. Hoşça kal!’
Deyin el sallayan güneş de Tanrı!.. Annesinin karnında bir kordona bağlı, suyun içinde büyüyen bebek de Tanrı!.. O her yerde ve herkeste… Aşktır, merhamettir, şefkattir Tanrı… Bakmak lazım… Bakıp ta görmek lazım! Gördüğünü almak, anlamak, benimsemek, uygulamak lazım! Bunun için aşk lazım! Aşkla bağlanmak lazım!
YOGİ BHAJAN demiş ki;
“Bizler ruhani olmaya çalışan insanlar değiliz, insan olmaya çalışan ruhani varlıklarız.”
“Tanrı’yı herkeste ve her şeyde göremeyen, O’nu hiçbir yerde göremez.”
Görüyorum da ben biraz farklıyım sanırım. Ve sanırım onun için de yalnızım… Yani ne bileyim bazı duygularım fazla gelişmiş, bazıları hiç gelişmemiş; bu boktan dünyayı umursamadan yaşamaya çalışıyorum…
Osuruktan sorunları dert edenleri kızılcık sopasıyla dövesim geliyor, asıl dert edilmesi gerekenleri anlatırken…
Tanrı’yı hiçbir yerde göremeyenlerin gözlerini oyasım geliyor, zaten gereksiz olduklarından…
Aşkın içinde aşka hasret olanlara sövesim geliyor, elindekinin kıymetini bilmediklerinden…
Bedenine ve ruhuna ihanet edenleri ayaklarından asıp işkence edesim geliyor, işkence öyle yapılmaz böyle yapılır babından…
Kıymet bilmeyene kıymet verenlere, Allah ne verdiyse girişesim geliyor kime değer vermesi gerektiğini öğrenmesi için…
‘Sensiz ben bir hiç’im, beni terk etme’ diyerek Hiç’liğin manasını bilmeden yalvaran zavallı zat-ı muhteremi sallandırasım geliyor bilmem kaçıncı kattan, kendine yetebilmeyi öğrenmesi için…
“Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen HİÇ ol! Menzilin yokluk olsun… İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise; insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, HİÇ’lik bilincidir!”
‘Gönlü Geniş Ve Ruhu Gezgin Sufi Meşreplilerin Kırk Kuralı’ndan birinde böyle demiş Tebriz’li Şems…
Bunu öğrendiğin zaman baktığını görür, gördüğünü alırsın inceden… Bir de benimser isen yeme de yanında yat olursun anlayıp algıladığın için… Uygulamaya geçtiğin vakit ise, daha çok görerek bakarsın etrafa…
Bir de bu Yüce Öğreti’yi anladığını sandığı yetmiyor gibi roman tadında yorumlayanlar da var ki bunun konumuzla bir alakası yok amma velâkin ben de efkârlanıp alıntı yapınca aklıma geldi de döküldü parmaklarımdan…
Ben? Yok… Asla tam layıkıyla anlayamam… Anlayamayız… Anlayabilmiş olanı dinlerim saygıyla… Çünkü her şeyi değil, haddini bilmek lazım gelir!
İnsanız; elbet zayıflıklarımız, kırgınlıklarımız, zaaflarımız, aptallıklarımız olacak… ‘Ben bir Hiç’im’ dediğinde arınacaksın yalanlardan, riyalardan, sonu olmayan rüyalardan! Yeni hayatına başlayacaksın o zaman… Kıçını kaldıracak, hayata gülümseyip hiç ölmeyecekmiş gibi çalışacaksın… Aşka âşık olacaksın. Her yerde arayacak, bulduğunda tutunacaksın sımsıkı… Emanete hıyanet etmeyeceksin… ‘Zavallı’ dedirtmeyeceksin, kendine saygın olacak…
Hayatın ta kendisisin, evrenin bir parçasısın, sen Tanrı’sın, sevecek sevilecek, tadını çıkaracaksın bunun… Yoksa beni zıvanadan çıkaracaksın, haberin ola!
Aşk… Ey aşk… Gel… Gel de gör halimi… Gör de şu harap ve bitap kalbimi onar…
Gel de bana ayna tut… Bana kendimi göster… Hani ben kör, sağır ve dilsizim ya sen gelince… Ayna ol bana, güzel ve vicdanlı bir kalpte gel… Kop da gel… Koyuver gitsin… Yepyeni bir ben olmak için hazırım… Hayat bana dikenlerini yolladıysa, elbet gülü de arkadan gönderecektir diyerek bekliyorum sabırla ve bir o kadar da sabırsızlıkla… Yepyeni bir hayata doğmak için ölmeden evvel ölmeliyim belki de buyrulduğu üzere... Âşık olmak zamanım gelemeden ölmek zamanımda mıyım yoksa? ‘Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir…’ J Doğru denmiş zamanında! E, her şey zamanında güzel!
‘Hayatın bana ne vermesini diliyorum, bekliyorum?’ diye düşünüyorum ve cevap hep aynı oluyor; Aşk… Her şeyde, her yerde aşk oğlu aşk! Gönlüme dolan, ruhuma huzur katan aşk… Ne olduğumun ya da olmadığımın farkına vardıran aşk… Kendimi bulduran ama bazen de kaybettiren aşk… Hayata geliş sebebim ve hayata bakışım aşk… Adını telaffuz ettiğimde aynı adla ‘aşk, aşk…’ diye atan kalbimle yüzleştiren aşk… Biraz olsaydı cebimde, atıştırsaydım acıktığımda… Susadığımda ona, içebilseydim kana kana…
Sonunda ‘Aşk’ı, ‘Merhamet’i ve ‘Şefkat’i koydum çantama, çıktım yola nihayet... ‘Sabır’la karşılaştım bir yerde...
‘Beni de alırsan yanına, öğretirim sabretmeyi sana!’ Dedi. ‘Olur’ Dedim…
Yolum uzundu, Sabr'ın da benimle geldiği iyi oldu. Aşk, her gördüğüne heyecanlanıyor;
‘İşte bu benim! Ben her yerdeyim!’ Diyordu...
Bir mola da, Merhamet ile sohbet ettik; ‘Affetmesini bilmeli, öğrenmelisin!’ Dedi. ‘Nasıl?’ Dedim.
‘Biliyorum çok zor… İstersen kendini affetmekle başla işe!’ Dedi.
‘Ah…’ çektim derinden ve ‘Bu dediğin daha zor’ Dedim.
Tam o sırada ‘Acı’ geldi masamıza. ‘Katılabilir miyim sohbetinize tam yerinde ve en derinde!’ Dedi. Merhamet, ‘olur’ babında kafasını salladı aşağı yukarı. Bence de mahsuru yoktu çünkü ortama cuk’tu!
Sızladı içim inceden, gözyaşlarım döküldü tuzlu tuzlu… 'Şefkat' gördü karşıdan ve hemen gelip elini omzuma attı; ‘Ben buradayım, yanı başında, üzülme’ Dedi sevgiyle.
Aşk; ‘Ben bunların hepsiyim!’ Diye böbürlendi kulak kabarttığı sohbetimize dalarak… Bir arkadaşını gördü o sırada ve tanıştırdı benimle. ‘Hüzün’dü adı.
Buruk ve aromalı bir tadı vardı adının.
“Ben de ‘Hayal Kırıklığı’ ile beraberdim az önce” Dedi sakince.
“Birine uğradık gelirken biz de. Aşk acısı çekiyordu ve bize ihtiyacı vardı!” Diye ekledi. Aşk hemen atıldı; ‘Söylemiştim… Ben bunların hepsiyim demiştim!’ Diyerek...
Sonra da; ‘Siz de bizimle gelsenize?!’ Dedi ve gülümseyerek bana baktı onaylamam için…
‘Ama…’ Dedim, ‘Hani sen zaten bunların hepsisin ya… İhtiyacım yok ekstra yolcuya…’
Darılıp uzaklaştılar hemen Hüzün ile Hayal Kırıklığı… Biz de yolumuza devam etmek üzere kalktık. Yarılamıştık ki yolu, Aşk birden ‘Ben artık burada ayrılıyorum!’ dedi sessizce. Bir tuhaf olmuştu içim.
‘Gitme’ dedim, ‘Sensiz ne yaparım?’ O cevap veremeden biri atladı önüne;
‘Elbet gidecek, ne sandın? Sonsuza dek seninle olacağını mı?’… Şaşırdım ve ürktüm. ‘Korku’ idi adı.
“Onu kaybediyorsun, haberin ola!’ Dedi kahkahalar atarak. Meğer onun yüzünden böyle demiş Aşk istemediği halde… Merhamet koluma girdi sıkı sıkı tuttu çünkü güçlükle ayakta duruyordum. Sarsılmıştım… Şefkat seslendi;
‘Git buradan… Aşk’ı bizden alamazsın! Öylece hayatımıza dalamazsın! Adın ne olursa olsun, senden ürkmüyoruz…’
Bir an duraksadı, ne yapacağını şaşırmış halde ve ardına bakmadan kaçtı tek bir kelime etmeden. Hep birlikte sarıldık birbirimize; ‘Yaşasın…’ diye haykırarak…
‘Asıl ben sizsiz ne yapardım ki?’ diye tekrar sarıldı Aşk, Merhamet ve Şefkat’e… Ben de keyiflenmiştim; ‘İyi ki hepiniz varsınız’ dedim.
Bir de baktım, ‘Huzur’ gelmişti yanı başıma usul usul…
‘İşte şimdi tamamız’ dedi ılık sesiyle. Onayladım ağlamaktan kızaran gözlerimle…
“Ağlama sevgilim... Bak ben yanındayım ve hep yanında kalacağım.”
Demişti o da gitmeden hemen önce… Yalancıydı aşk bazen de… Varlığı da dertti, yokluğu da. Küçük bir gülümsemeyle başlayan büyük bir aşktı bizimki. Yine gülümseyerek bitti gitti…
Sevdim… Sevildim mi? Bilmiyorum… Herhalde… Belki… İllaki…
Fuzuli; ‘Sevmek mi sevilmek mi daha güzeldir?’ Sorusuna ‘Sevmek’ diye cevap vermiş.
‘Çünkü sevildiğinden hiçbir zaman emin olamazsın!’…
Ben yine yeni yeniden seveceğim, âşık olacağım yılmadan usanmadan defalarca… Merhamet ve Şefkat de yanımda ya… Korkmadan, cesurca seveceğim Aşk’ı…
Aşk’a âşık bir gezgin olacağım ruhun dehlizlerinde…
Derinlerde bulacağım bir define gibi arayacağım onu yüreğimde…
Ta içimde… Hiç’liğimde!...